h-yaman.com 10 Yaşında

Ülkenin gergin, agresif gündemini takip etmekten kendi gündemimi takip etmeye fırsat bulamadığım bu zamanlarda 10 yaşına giren bir blogum olduğunu bile unutmuşum. Hoş; son günlerde yazmak da zevk vermiyor eskisi kadar. Bunda Twitter, Facebook falan bunların etkisi çok büyük. Kim kimle takılmış, Swarm’da kim nerede, ulan instagram’da hangi etiketleri kullanalım karmaşasından inanın blog yazmaya güç kalmıyor. Hepsi tamam, şimdi bir de SnapChat diye birşey çıkarmışlar, çok şükür onu kullanmıyorum.

Yazmaktan sıkıldım demişken hala yazan arkadaşlarımız da var. Adam usanmıyor yazıyor, yazdıkça gaza geliyor gaza geldikçe yazıyor, insan hayret ediyor bazen. Şaka bir yana kendisini tebrik ediyorum, Allah bize de nasip etsin inşallah.

İçimden yazmak gelmiyor değil aslında ama tutar da paralelci, dikeyci, şuncu, buncu diye bir yerde kategorize ederler diye de korkmuyor değilim söylemlerimden. Koskoca Boydak Holding’i yediler .Sadece blog yazmaktan değil mübarekler, patlayan bombalar, sağda solda değişik olaylar nedeniyle yaşama sevinci bile bulamıyor insan kendinde. Neyse ki süpersonik bir savcı çıktı da canına okuyacak tüm adaletsizliklerin!

Sonuç olarak siyasi bir yazı olarak kabul etmeyin ama memlektin içine edildi.

İyi ve Kötü İstanbul

Bir çok şeyin başlangıcıdır İstanbul. Aynı zamanda bitişidir de farkında olmadan. İlk buluşmaların, aşkların ilk etkileşime geçtiği güzel bir şehirken ayrılıkların da gerçekleştiği boktan bir beton yığınıdır. Martılar vardır, Galata Kulesi vardır anılarınızı yeşerten, arka sokakları meyhaneleri vardır içinizi karartan.. Kavuşmalar vardır otobüs duraklarında vedalar vardır vapur iskelelerinde. En güzel, en tatlı vedadır belki de; tekrar kavuşmanın, hayatınıza anlam katacak kavuşmaların belirdiği öpücüğün yanağınıza kondurulduğu bir vedadır. Aylar sonra yine bir buluşma olur hava meydanında ve yine veda vardır ancak bu kez bir daha dönmemek üzeredir belki de.

Sultanahmet tarafı vardır her yeri hatıra dolu… Çorlulu Ali Paşa Medresesi var küllerin üstünüze savrulduğu nargilelerden, kahvenin bol köpüğünü hiç söylemiyorum bile. Tramvayın çıkardığı sesin bile farklı bir anısı vardır belki hayatınızda, unutamayacağınız. Yediğiniz balık ekmek, içtiğiniz kahve, cam şişedeki kaynak suyu, vapurlar, ara sokaklar, köhne odalar…

Önce şükredersiniz bu şehrin olduğuna tüm güzellikleri sunduğu için sonra kahredersiniz bütün güzellikleri elinizden aldığı için.

 

Neden Gidilir?

Hayat daima bir verse iki alır, geçmişten beri böyle olmuştur. Hiçbir zaman istediğin gibi olmaz, hep birşeylerin mücadelesini vermeye iter. Çok istediğiniz bir şeyin uğruna gençliğinizi yakmayı ama onun peşinden koşmayı imtihan kılmıştır bazen. Yıllar yılı süren mücadeleyi bir gün kendinize göre kazanırsınız. Lakin dediğim gibi kendinize göre.. Çünkü sonra intikamını, verdiklerinin mislini geri almayı bekleyen bir düşman gibi karşınızda duracak olan bir hayat vardır.

Birini seversin, uzun süre dikkatini çekmeye çalışırsın, kırılırsın, yıkılırsın belki ama mücadele her zaman devam eder. Sonra şartlar olgunlaşır senin sevdiğini anlar, bir araya gelirsin. Hayat rüya gibidir işte o zaman, ayakların yere basmaz, hiçbirşeyi umursamazsın, sadece O’na odaklanırsın. İşte böyle zamanlar fazla uzun sürmüyor, bu da aslında mucize oluyor kısa sürdüğü için. Mucizenin ardından da intikam bir bir alınıyor hayat tarafından.

Birgün geliyor bütün terslikler bir araya toplanıyor. Kurban olduğum yaradan bir süre mucize içinde yaşarken imtihan zamanının geldiğini hatırlatırcasına türlü zorluklarla karşılaştırıyor. Bu zorluklar aslında şahsen üstünden gelinemeyecek şeyler değildir. Sonra bir bakarsın üst üste gelen herşey kendinden çok diğer insanları rahatsız etmektedir. Yani sen mutlusun, yıllarca özlemini duyduğun şeye kavuşmuşsun diye diğer insanlar cezalandırılır ya da en azından o gün şartları ile öyle düşünüyor insan.

Bu fikre vardıktan sonrası intihar gibidir. Bu fikri çok sevdiğine açıklayamazsın, açıklasan saçma bulup anlamak istemeyecektir veya anlamayacaktır. Onun için bazen hiçbir açıklama yapmadan çekip gitmek gerekebilir, bunu çok sevdiğin yine anlamayacaktır. O’nun geçirdiği zor günlerden bir şekilde haber alacaksın ve için sızlayacak, o da senin haberini alacak ve onun da içi sızlayacak. İşte asıl imtihan budur aslında belki de.

Bir süre sonra bu imtihanı, çok sevdiğinle beraber verebileceğine inanırsın ve insanların çok sevdiğinle bir arada olmandan dolayı bulacağı musibetler, çekeceği acılar çok umurunda olmayacaktır. Sadece çok sevdiğini ve kendini düşünürsün. Aslında çok sevdiğini en başından beri düşünürsün ama saçma bahaneler ile karşısına çıkmak istemezsin belki de. Sonra ne değişiyor? Hiçbir şey.. Güneşin doğduğu açı onunla beraber olman gerektiğini anlatıyor sadece.

Aylar geçer, doğumgünü gelir, hiçbirşey yazamazsın.. Doğumgünü geçer bir nisan ayı gelir ve o güneşin açısı seni cesaretlendirir araman belki de bir mesaj atman için. Sana öfkelidir çok sevdiğin haklı bir şekilde. Seni sorguya çektiğinde ise olan biteni anlatırsın ama neden gittiğini hala söylemezsin. Sonra da onu kaybedersin. Bu kez giden odur, öfke doludur, belki içinde küçük kırıntılar vardır ancak öfkesi çok fazladır.

Kendini ilk defa bu kadar çaresiz hissedersin. Her olaya karşı ikinci bir planın ve yapabilecek birçok şeyi olan sen ilk defa bu kadar plansız olduğunu anlarsın. Elden birşey gelmez ve acılara gömülürsün. Gel gelelim çok sevdiğin senin neden gittiğini gerçekten hala bilmez. Bu soruyu da defalarca sormuştur sana mantıklı bir açıklama yap diye. Ancak mantıklı bir açıklama yoktur. Diyemezsiniz ona “insanlar biz beraberken acı çekiyorlardı” diye. Dersen ikinci soru “peki şimdi ne değişti”? Yine diyemezsin çok sevdiğine “artık insanların çektiği acı önemli değil, biz önemliyiz”.. Üçüncü soru “şimdiye kadar neredeydin”? Yine diyemeyeceksin ki “güneş ışıkları, seni seviyor olmam ve artık hiçbir şeyin umurumda olmaması, sadece senin omuzuna yaslanmak istediğim, yoruldum ve senin kollarında dinlenmek istiyorum, üzdüm ama üzüldüm ve yaralarımızı saralım”.. Bunları dersen de anlamayacaktır büyük ihtimalle! Bu kadar anlayışsız mıyım diyecek çok sevdiğin her lafının sonunda ama inanın bana moruklar bunun izahı yok. Ne demek “insanlar biz beraberken acı çekiyor herşey üst üste geliyor..”. Gerçi bununla ilgili bir alıntı yapabilirim:

Ruh ikizleri; yalnızca onlar bu büyüyü taşır. Toprağa düşen yıldırım kadar nadir gelirler dünyaya. Ama bir araya gelip âşık olduklarında…
İşte o zaman, toprak ikiye bölünür. Gökyüzü deryaya, derya ateşe hücum eder. Kargaşa yağar evrenin her bir köşesine, sel olur…

Evet, insanın hayatı boyunca yaşayacağı en büyük olaydır ruh ikizini bulmak ve ona sarılmak ancak her yerde bir kargaşa olur yazarın da dediği gibi. Ve insanlar zarar görmesin diye kendi huzursuzluğunu ve çok sevdiğinin huzursuzluğunu göze alarak gitmen gerektiğine inanırsın. İşte bunu çok sevdiğine anlatamazsın. Anlatabildiğin tek şey o kargaşaların neler olduğudur, baştan sona döner döner anlatırsın. Haklı olarak da çok sevdiğin seni haksız çıkarır, hakkın yoktur bu saçma şeyler için onu üzmeye çünkü.

Tüm bunların sonunda onu kaybetmiş olabileceğinin üzüntüsü her yerini yakar. Her akşam söz verirsin kendine yarın onu düşünmeyeceğim diye ama mümkün olmaz, sabah kalkınca ilk aklına gelen şey O’dur. Çok sevdiğin çekip giderken senin O’nu yarım bıraktığın gibi seni yarım bırakıp giderken bir takım tavsiyelerde bulunur. Şu gün şöyle birşeyler yaşarsın, bugün böyle şeyler olur, bir gün “hadi canım” dersin geçer diye teselli eder seni kendince. Hala seni anlamadığını düşünürsün, çünkü sen onu çok seviyorsun, evet, anlamıyor, anlamadı..

Şimdi ne mi yapıyor, halen çok sevdiğim niçin gittiğimi bilmiyor. Açıkcası böyle birşeyi anlatabileceğimi de düşünmüyorum. Anlatırsam saçma bulma olasılığı onun beni tekrar sevebilme olasılığından daha yüksek çünkü.

Video ile de biraz daha anlaşılır kılayım istedim söylemek istediklerimi. Dün akşam denk geldim, iyiymiş.

 

Charles Bukowski kaptan yemeğe çıktı ve tayfa gemiyi ele geçirdi

Notlar kendim içindir kimse üstüne alınmazsa sevinirim.

Çoğu insan ölüme hazır değildir,
ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar
için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: “Selam
yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım.”

 

Dördüncü kattan yürüyen merdivene bindim. Kim icat etti yürüyen merdiveni?
Delilik diye buna derim. Yürüyen merdivenlerde ve asansörlerde çıkıp inen insanlar, araba süren insanlar,garaj kapılarını uzaktan kumanda ile açan insanlar. Sonra yağlan eritmek için jimnastik salonlarına gidilir. 4.000 yıl sonra bacaklarımız olmayacak, ördeklere benzeyeceğiz. Bütün türler kendilerini yok ederler.
Dinozorların sonu da böyle oldu. Canlı namına ne varsa yediler, sonra birbirlerini yemeye başladılar ve sonunda tek dinozor kaldı ve o o.. çocuğu da açlıktan öldü.

 

Toplumdaki geri zekalıların geri zekalı olduklarını idrak edemeyip onları koruyacak birileri daima vardır.
Bunu idrak edememelerinin nedeni kendilerinin de geri zekalı olmalarıdır. Geri zekalılar cennetinde yaşıyoruz; bu şekilde yaşayıp birbirlerine bu şekilde davranmalarının nedeni bu. Onların bileceği iş, beni ilgilendirmez. Ama ne var ki onlarla yaşamak zorundayım.

 

Olmak istediğim tek yerin bu oda olduğu geceler var. Yine de yukarı çıkınca boş hissedebiliyorum kendimi.
İçip sarhoş olsam ekranda sözcükleri dans ettireceğimi biliyorum ama yarın öğleden sonra havaalanına
gidip Linda’nın kız kardeşini karşılamam gerek. Bizi ziyarete geliyor. Adını Robin’den Jharra’ya değiştirdi.
Kadınlar yaşlanınca adlarını değiştiriyorlar. Değiştiren çok, demek istiyorum. Erkeklerin ad değiştirdiğini bir
düşünün? Birini arıyorum ve aramızda şöyle bir konuşma geçiyor mesela:
“Hey Mike, Menekşe ben.”
“Kim?”
“Menekşe. Eskiden Charles’dım ama artık Menekşe’yim. Bundan böyle Charles diye seslenenlere cevap
vermeyeceğim.”
“Siktir git, Menekşe.”
Mike telefonu yüzüme kapar.

 

Gidecek yer yoktu. Vardı aslında; odana gidip kapını örtebilirdin, ama o zaman da karın
bunalıma giriyordu. Ya da daha çok bunalıma giriyordu. Amerika; Bunalımda Zevceler ülkesi. Ve bütün
suç erkeklerdeydi. Elbette. Başka kim kaldı? Kuşları, köpekleri, kedileri, solucanları, fareleri, örümcekleri,
balıkları filan suçlayacak halimiz yok. Erkekler. Erkeklerin bunalmak gibi bir lüksleri yoktu. Gemi alabora
olurdu.

 

Lanet Duş Muslukları

Zaten son günlerde anlaşamadığım bir dünyanın içinde bok gibi yaşamak hoşuma gitmezken yıllardır süregelen ve bu sabah farkına vardığım bir çile ile daha karşı karşıyayız. Tam soyunmuşsun, göbeğini kaşıya kaşıya duşa giriyorsun, suyun sıcaklığını da ayarlamışsın herşey tamam yani. Neyse şampuanı basıyorsun ama su da bir taraftan süzülmeye devam ediyor, sıcaklık müthiş, insanı kendinden alıyor. Tam keyfin doruğuna ulaşacaksın ki lanet musluktan gelen suyun dengesi alt üst oluyor. Yazın sıcağa kışın soğuğa doğru bir meyil var. Bunun sebebini veya çözümünü bulan bir cengaver varsa alnından öpeceğim, lütfen söylesin.

OnurAir Alanya’ya Değil Gazipaşa’ya Uçuyor

Nisan ayının ilk gününden beri bütün sosyal ağlarda “Alanya’ya uçuş 62 TL” açıklaması ile aşağıdaki reklam Onur Air tarafından yayınlanıyor. Reklam yayınlanmasına yayınlanıyor ancak içinde bir miktar hile var çünkü uçuş Alanya değil Alanya’ya 1 saatlik yolculuktan sonra ulaşabileceğiniz Gazipaşa Havalimanı’na gerçekleşiyor.

sad

İlk uçuş 25 Nisan’da başlıyor ancak sorunlarla beraber başlıyor:

  1. Onur Air’in Alanya’dan Gazipaşa hava alanına ücretli ya da ücretsiz bir servisi yok.
  2. HAVAŞ otobüs saatlerine bakıldığında Onur Air’in uçakları ile ilgisi yok. 25 Nisan Cuma 18:20 Gazipaşa-Atatür İstanbul rotası için ele alacak olursak HAVAŞ’ın o gün otobüs saatleri 12:40 veya 19:30’da var. Ya çok erken ya çok geç. Böylece Gazipaşa’dan Atatürk’e gidecek olan bir Alanya sakini için Antalya’dan gitmek daha mantıklı.
  3. Kendileri hava yolu şirketi olduğu için Alanya’dan Gazipaşa’ya da herkesin uçarak gideceğini varsayıyorlar.
  4. Gazipaşa dolmuşları ya da otogar otobüsleri ile gitmeyi tercih edenler nerede ineceklerini bilmiyor, bilse bile D-400’den hava alanı arasındaki mesafeyi göze alamıyor.
  5. Bu durumda yukarıdaki reklam gerçekliği yansıtmıyor, Alanya değil Gazipaşa yazılması gerekiyor.
  6. Atatürk’ten gelen bir yolcunun sıkıntısını yazamıyorum bile.
  7. Ücretli de olsa bir servis olmadı Havaş saatlerinin düzenlenerek sıkıntının giderilmesi gerekir.

Konuyla ilgili sıkıntımı Onur Air’e twitter ve Facebook hesaplarından iletmeme rağmen bana geri dönüş yapmamaları da cabası.

Trafik Durumu

Sanki babası yaptırmış gibi yola sazan gibi atlayan amcanın ehliyeti olmasaydı keşke hiç. Yol yaptık giderini de yaparız deyip yoldan 50 cm seviyesi düşük bir demir ızgara koyan ve bunu da yolun tam ortasına konumlandıran belediye keşke hiç olmasaydı. Tüm trafiği tıkamayı başaran ablaya ehliyet verenin… Neyse ben kendimi neden yoruyorum ki, nasıl olsa burası “kendi memleketimizde de mi sinyal vereceğiz” diyenlerin memleketi.

Arap Sabunu Candır

Halı, koltuk, sert zemin, ahşap, plastik, cam ve aklıma gelmeyen daha milyon tane yüzeyin temizliğinde kullanılabilen, kokusu güzel, eli tahriş etmeyen, doğal ve 25 yaşına kadar boşu boşuna diğer temizlik malzemelerine para verdikten sonra keşfettiğim yüzyılın bileşimidir. İsmi nereden gelir bilinmez ama araba lastiğini parlatmak için bile kullanılabiliyor. Bir iddiaya göre rahmetli Barış Manço bir süre saçlarını arap sabunu ile yıkamıştır.

Askerde Çekpas

Askerde anladım ki TSK’nın en önemli silahı aslında çekpastır. Koğuşlar yıkandığında su çekmeye, camlar yıkandığında camın suyunu almaya, kar yağdığında kar kürümeye, top ağaçta kaldığında topu kurtarmaya yarar. Daha birçok faydası olan ama kullanıldığı anda ortaya faydası anlaşılan çekpasın yokluğu da ağır bir yaradır. Zira yemekhaneler arasında yer değiştirdiğinde ilginç kavgalara neden olur. Çekpassız bir birlik ise düşünülemez.

Eh, Biraz da Askerlik Anıları

Bildiğiniz üzere Aralık 2011 celbinde kısa dönem olarak vatani görevimi yaptım ve bir kaç hafta önce de geldim (17 mayıs).  Gitmeden önce her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimisi zor olacağını kimisi de rahat olacağını iddia ediyordu. Yedek subaylık sınavı için kıçımın donduğu bir soğukta İzmir Gaziemir’de bulundum. Dedim kendi kendime buralar böyle ise Hakkari Çukurca nasıldır kim bilir? Çukurca’yı düşünme sebebim de şansımın bu tür konularda hep en kötüyü zorlamasıydı. 10 Aralık gecesi o herkesteki bekleyiş bende de başladı. Ailecek bilgisayarın başındayız sanki ilk defa görüyormuşuz gibi. Tabi birkaç hafta öncesinden başlayan dua turlarını da unutmamak lazım.

Saati geldi ve ekranda Küçükyalı/İstanbul yazdı. Tamam zaten askerlik o anda bitti. Tabi ki öyle değil askerlik başlamıştı, hemen hazırlıklar tamamlandı, bilet alındı ve evet gidiş vakti. Daha önce de İstanbul’a defalarca gitmiştim ama bu kez farklıydı. Evet sevgili dişican ve kişican kardeşlerim, o ayrılış anı öyle koyuyor ki insana… Benim gibi anne babanızdan daha önce hiç ayrılmadıysanız daha da derinlerde hissedilebiliyor. Gözyaşları, sarılmalar derken kendimi İstanbul’da buldum zaten.

Gitmeden önce arkadaşlarım tavsiye etmişti, erkenden gidip teslim olma diye. Bu altın kural can kurtardı, iyi ki akşam gidip teslim olmuşum. Kışlaya girince hala bir şeyler hissetmedim ama nizamiyeden tabura götürmek için bindiğimiz otobüste işler değişti. Yapılan işlemler, kayıtlar derken dedim ki saat on iki olmuştur ama bir de baktım ki daha 19:00. Geçmemişti vakit hiç. Bu arada saate de efsane model Casio F91’den bakmanın verdiği heyecan vardı. O saate her baktığımda ayrı bir heyecan yaşıyordum, tabi ki yalan. İşlemler tam bitmese de bir yastık göstermişlerdi nihayet ilerleyen saatlerde yatmamız için. Kafayı yastığa koyduğumda ise boğazda düğümlenen birşey vardı. Bunun ismini hala koyabilmiş değilim.

Sabah kargaların bokunu yemesini bir kenara bıraktım daha imam aklından namazı bile geçirmezken kaldırdılar kahvaltı için. Evde kahvaltı yapmakta hiç huyum değildi. Yaptık dörtlüyü, başımızdaki çavuş ile yemek sırasına geçtik. Askerlikte hiç unutmayacağım anlardan birisi, bu sıradayken ankesöre gitmem ve haberleri olmayan anne babamı ilk merhabayı demekti. Hiç böyle olmamıştı bana ama sesim titriyordu, konuşamıyordum. Bu özlemdi arkadaşlar veya duyulan endişeydi, yaşımız ilerlemesine rağmen gidip sığındığım anne babam yoktu yanımda.

Günler böyle birbirini kovaladı, yemin töreni, evci izni derken ustalık başladı. Acemiyken çok değerli olan ankesörlü telefonlara bakan yoktu tabi artık. Sanki beni beklemiş 30 yıldır İstanbul’daki kar. Her sabah her yer bembeyaz… Açıkcası usta askerken şunu yaptım, bunu yaptım diyecek çok birşeyim yok çünkü yazıhanede görevliydim, gün boyu bilgisayar başındaydım yani. Ama aklıma gelirse kısa anılarımı yazarım ileride.

Sonra baktık ki geçmez dediğimiz günler geçti, bahar geldi çiçek açtı torun geldi ama dede daha kaçamadı. Asker jargonuna da kendimi çok kaptırmıştım. “Ne ford ne focus atarsa ondokuz” dediğimi dün gibi hatırlarım 😛 Son günler zaten oldukça eğlenceli geçmişti. Son on gün askerlerin şafak tekerlemeleri ile saymıştık:

  1. Ne atlet ne don sadece on
  2. Atarsa dokuz haftaya yokuz
  3. Şafak sekiz biz gönülden severiz
  4. Ne kola ne fanta sadece yedi gün
  5. Şafak altı haftaya evde kahvaltı
  6. Ne BKC(biksi) ne keleş atarsa beş
  7. Ne sevgili ne flört sadece dört
  8. Ne g3 ne mg3 atarsa üç
  9. Bir gün gelecek bir gün kalacak
  10. Şafak doğan güneş

Bu günler de bitti ve 341. dönem askerleri terhise gittiğinde nasıl koyduysa 345’e de öyle koydu ve biz de gittik. Askerlik ise insana çok şeyi öğretiyor, herşeyin kıymetini anlatıyor. Mesela halıya basmayı bile özeleyebiliyorsunuz. Haklı olarak bize kızan anne babamıza atarlanmayı marifet sayarken elin tanımadığımız adamının haksız fırçalarına emredersiniz deyip yoluna devam etmek insanı bir muhasebe yapmaya itiyor. Arkadaşlar kıymetleniyor, önemsemediğiniz ama sizi önemseyen insanların kıymetini anlıyorsunuz. Olgunlaşıyor yani insan. Kesinlikle bunlar para ile görülemeyecek şeyler.